Mübadelenin 100. Yıldönümü: ‘Kalırsa öteki, giderse öteki’
İZMİR – Lozan Barış Antlaşması’nın yanı sıra 30 Ocak 1923’te imzalanan Türk-Yunan nüfus mübadelesi anlaşmasının da 100. yılı geride kaldı. Anlaşma ile yaklaşık 1,2 milyon kişi mübadele kapsamında Yunanistan’a, yaklaşık 450 bin kişi ise mübadele kapsamında Türkiye’ye yerleştirildi.
Üçüncü kuşak Girit göçmeni yazar Saba Altınsay, Kritimu-Girit’im Benim’ Yarmakamakis adlı romanında Yarmakamakis ailesinin adadan ayrılmasını anlatır. Borsanın 100. yılında Saba Altınsay ile konuştuk.
“SAVAŞ ACI DEĞİL, İNSAN HAYATTA KALIR”
Türk-Yunan nüfus mübadelesi anlaşmasının 100. yılını geride bıraktık. Girit göçmenlerinin üçüncü kuşak torunları olarak nüfus mübadelesi size neyi hatırlatıyor?
Bence bu kaçınılmaz son. Fotoğraf çok net. Sanayi devriminden sonra Avrupa yeni kaynaklar, ticaret yolları, kısacası yeni koloniler arıyor. Orta Doğu’nun bir petrol denizi olduğu anlaşıldı; Yeniden şekillendirmek gerekiyor. Herkesin gözü yeni pazar arayışlarında. Osmanlı büyük bir kaynak olarak karşılarında durmaktadır. Ayrıca, zaten çöktü. Balkanları, Afrika’nın kuzeyini, Ortadoğu’yu kaybetti. Ve Balkanlar’da birer birer ulus-devletlerin kurulmasıyla birlikte İttihat ve Terakki’de milliyetçilik fikri çoktan yerleşmiştir. Dünya el değiştiriyor, savaş kaçınılmaz. Osmanlı bu savaşa sömürge olarak girmiş ve bağımsız bir devlet olarak çıkmıştır. Tabii bu Avrupa devletlerinin hiç istemediği bir şeydi.
Artık bu bağımsız devlete yeni bir kimlik, başka bir benlik kazandırmak gerekiyordu. Bu benliğin temeli “birlik-aynılık” algısı ile inşa edilmeliydi. Bu algıyı oluşturmak ve bu birliği yeni bir anlayış üzerine kurmak gerekiyordu. Onun için ulus fikrini güçlendirmek kuraldı. Yani “millet”i ortada toplamak da kuraldı. “Farklı”yı ayırmak, ortadan kaldırmak, benzerleri birleştirmek gerekiyordu. Bu açıdan bakıldığında, mübadele sebep değil, sonuçtu. O kargaşada bağımsızlığı uğruna binlerce kayıp vermiş, açlıkla, yoksullukla, kıtlıkla boğuşan bir ülkenin bu noktadan sonra ulus devlet üretmeden yoluna devam etmesi mümkün müydü? Emin değilim. Ama savaşlar acı çekmez, insanlar acı çeker. Bütün savaşlara, sürgünlere, ayrılıklara derinlemesine baktığınızda orada “insan”ı görürsünüz. Bugün bile kendi kendime soruyorum: “…Sana gitmen söylenseydi, kalır mıydın Avramaki?”
‘DİĞER YA KALIR, GİDERSE DİĞER’
Dr. Aytek Soner Alpan, Gazete Wall’a verdiği röportajda mübadeleyi “bir etnik temizlik yöntemi” olarak tanımlıyor. Bu görüşe katılıyor musunuz?
Etnik saflık, zorunlu yerinden edilme anlamında kullanılmaktadır. Bu kısma katılıyorum çünkü mübadele zorunlu yer değiştirmeydi; Evet. Ancak etnik saflık tanımına bazen soykırımın da eşlik ettiğini görüyoruz. Elbette takasın bununla hiçbir ilgisi yok. Hatta etnik temizliklerin en barışçıl olanıydı diyebiliriz. İçerideki niyete bakmalıyız. Karşılığında amaç insanları ayırmaktı. Bu kavramın temelinde aidiyet algısını değiştirme niyeti yatmaktadır. “Artık buraya ait değilsin, burası artık sana ait değil” niyetidir. İnsanların yüzyıllar boyunca oluşan kültürlerinin, düşünce biçimlerinin, yaşam biçimlerinin yok olduğunu varsayıyorsunuz ve o andan itibaren onu olmazsa olmaz değil, öteki yapıyorsunuz. Kalsa da öteki, gitse de öteki. “…İnsanlar gibi toplumların da bir kaderi vardır. Bu kader bazen çok acı yazılır.”
Yıllar önce, roman yazmak aklımın ucundan bile geçmezken, babam bana mübadeleyi şöyle anlatmıştı: “Saksıya bir çiçek alırsın, başka bir yere koyarsın; nefes alıyor, tutunamıyor.” Kritimu Ben böyle doğdum. Tek kelimeyle anlatılan, tarih kitaplarına dahi yazılmayan o olayın arkasındaki kişiyi birdenbire gördüm. Bunun çok ağır bir bedel olduğunu o zaman anladım. Şunu da ekleyeyim: Mübadele kelimesi Arapça bdl kökünden gelmektedir. Fiyat kelimesi de bu kökten gelmektedir. Eşit fiyatla takas etmek demektir. Türkçede “bedel ödemek” kavramını düşündüğümüzde bunun bedelini ödemek olduğu kadar bela, fedakarlık, feragat ve hatta ceza kavramlarına da dokunduğunu hissedersiniz. Ya da ben öyle hissediyorum.
Mübadele ile birlikte onbinlerce insan evlerini terk edip göç etmek zorunda kaldı. Yerinden edilen insanlar doğup büyüdükleri yerleri terk ederek bilmedikleri yerlerde yaşamaya çalıştılar. O güne kadar yaşadıkları yerlere yabancı görünenler, gittikleri yerlere de yabancı oldular. Aileniz bu durumdan nasıl etkilendi?
Tabii herkes gibi ailem de etkilendi. Etkilenmemek mümkün mü? Bırakın onları, üçüncü kuşak olmama rağmen ben bile nasibimi aldım. Yıl 1976. On beş yaşındayım. Ankara Koleji’nde yatılı öğrenciyim. Yaz bitti, okula dönüyorum. Otobüs kalkmak üzere, bekliyoruz. Karşımda iki teyze sohbet ediyor. Biri Çanakkaleli, diğeri oğluna misafir, şimdi de evine dönüyor. “Nasıl, Çanakkale’yi beğendin mi?” sorusuna şu yanıtı verdi: Bugün bile unutmadım. “Çanakkale’yi çok seviyorum ama çok Giritli var!” Mübadelenin üzerinden 50 yıl geçti, ben üçüncü kuşağım ve bu sözü kendi kulaklarımla duydum.
Büyük kodlamalarımız var. Kürtler böyledir, Lazlar böyledir, Çorumlular böyledir. Yıllar önce o teyzenin dediği gibi “amalarımız” var. Bazen neden diye düşünüyorum. Muhtemelen hiç yüzleşmediğimizden, hiç sorun yaşamadığımızdan ve hiç konuşmadığımızdandır. Kodlarımızla düşünüyoruz, insanları anlamaya çalışmıyoruz. Mübadelenin üzerinden 100 yıl geçti. İlk kodların çoğu unutuldu ve geride “keçilerden daha çok ot yerler” bırakarak; bizi o kadar iyi tanıyorlar Açıkçası buna itirazımız yok ama hepimiz, hepimiz için içimizde sakladığımız kodları düşünmeliyiz. İyileşmemiz için. Her şeye rağmen ortada tutabilelim diye. “Rol yapmamak” için.
1923’te Girit’ten mübadele edilen ailenizin hikayesi. “Benim Kritimu-Girit’im Benimdir” “Göç sadece gidenleri değil, geride kalanları da sürüklüyordu” adlı romanınızda diyorsunuz. Göçten sonra geriye ne kaldı anlatır mısınız?
Mübadele sonucuydu, mübadeleden önce göç vardı. Yüzyılın başından itibaren Girit’in nüfus istatistiklerine baktığınızda, Müslüman nüfusunun her zaman azaldığını görürsünüz. Hayatın giderek zorlaştığı yerlerde, insanların çoğu, bir mübadelenin gölgesi bile görülmeden topraklarından ayrılıyordu. Mübadelenin farkı, gerekli olmasıydı; trajedi buydu.
“…seni istemeyen, esirgemeyen bir memlekette, yüreğine bir ıssızlık çöker, canını yakar. Bu yalnızlık mı?”
Sonrasını düşünelim. Gidenlerden sonra o toprak, o hayat eskisi gibi olabilir mi? Bire bir olabilir miyiz? 1923’ten sonra, 64’ten sonra birebir miyiz? Köyden kente göçte, ulusal burjuvazinin oluşumunda, toplum sosyolojisinde ve kentlerin değişiminde bu terkedişin payı yok mu? Ne kaldı, ne gitti tamamen aynıydı. Kalanda da gidende de anlamsız bir boşluk kalır; onarılamaz bir şey, sanki bir yerin eksik. Bugün bile kendi yazımı okuduğumda ağlayacak gibi oluyorum. Diğer romanlarımda o kadar değilim; Kritimu’İşte böyle bir şey’den iki satır okuyunca kötü oluyorum.
Günümüzde “aile dizimi” adı verilen kavramlar ortaya çıkmıştır. Atalarımızdan DNA miras aldığımız gibi kaşlarımız ve gözlerimiz de benzer, bilinçaltı yönelimlerimizin ve travmalarımızın da onları çektiğini söylüyorlar. Herhalde bu yüzden seyahat etmeyi de sevmiyorum, eğer uzağa gideceksem, günler öncesinden huzursuz ruhumla konuşmaya çalışmıyorum, bir yerden bir yere koşuşturmayı sevmiyorum; Bilmiyorum. Babam da öyleydi.
‘Oldu, oldu, sustu, konuşuldu’
Mübadelenin travmatik sonuçları bugün için ortadan kalktı mı yoksa iki toplumun hafızasında mı kaldı? Bundan 100 yıl sonra geriye dönüp baktığınızda ne görüyorsunuz?
Atalarımızın deneyimlerinden neler öğrendik? Her zaman düşünürüm, iki ülke uçların arkasına çekilmeseydi, ortada yaşayabilir miydik? Net bir cevap veremem ama bir hayalim var: “…Barış artık sınırların gerisinde Hayriye. Ama insanların sınırlardan daha önemli olacağı gün gelecek.”
İki toplumun da unuttuğunu düşünmüyorum. Çünkü o heyecanı, o yürek ürpertisini Yunanistan’da da, Adalar’da da gördüğünüz için; Şahsen ben şahidim. Tıpkı bu geçmişi paylaşma duygusu gibi; Yani acıda birleştik. Biz ise üçüncü kuşakta duyguları ifade edebildik; önce değil. Bildiğim kadarıyla Yunanistan bunu bizden bir nesil önce yaptı. Gittiğinde kendini bulduğun yerle değil, geride bıraktığın yerle bağın yüzündendir. Muhtemelen buradan ayrılanların büyük sıkıntılar yaşadıkları dönem, Milli Mücadele döneminde olduğu gibi görece kısa bir süreden kaynaklanmaktadır. Topal Osmanları hatırla. Gelenlerin yaklaşık iki asırdır ayaklanmalara, yağmalara ve katliamlara tanık oldukları ortaya çıktı. Girit’te Osmanlı’ya karşı ilk isyan 1770 tarihlidir. Bu tespitimde haklıysam sanırım şuna bağlanabilir: Gidenler geri dönebilecekleri duygusuyla ayrıldılar; Çoğu bir gün geri döneceğini düşündü, umdu, hayal etti. Gelenlerde böyle bir düşünce ve umudun olmadığı ortaya çıktı. Ne o gün ne de daha sonra geri dönme ihtimalini düşündüler. Bu umuda ait değil, hayalleri bile yoktu. Gidenlerle gelenlerin arasındaki en büyük fark bence geri dönmeyi hayal etmek ve dönememekti.
Bu yüzden konuşmadılar. Ağrı, onu bizzat deneyimleyenler tarafından tarif edilmesi çok zor ve nadirdir.
Biz de ama üçüncü kuşakta uçtan ve kıyıdan çekerek “delil” topladık ve konuşmaya başladık. Yani onlar söylemese de biz hissettik, durumu hissettik. Ama bizimki “ikinci el” acıydı; devralındı, gerçek sahibi biz değildik. O kadar da olsa bu acıyı yaşamaya razıydık çünkü o mola içimizde bir yerlerde nefes alıyordu. Bu yüzden gün ışığına çıkarma, sessiz kalanları seslendirme ve böylece kayda geçirme sorumluluğunu üstlendik. Unutulmamak adına unutulmayacak bir belge bıraktık. Geçmişi yeni nesillere aktaracak olan bu belgelerdir. Umarım bizden sonra gelenler kendilerini ve bizi anlamak, düşünmek ve konuşmak için zaman ayırırlar. Oldu, oldu, sustu, konuşuldu. Bir daha olmaması için elimizden gelenin en iyisini yapabilmek için artık unutulmamalı.
Tarih boyunca dünyada savaşlar, iklim ve kıtlık gibi etkenler nedeniyle göçler olmuş ve günümüzde de devam etmektedir. Türkiye aynı zamanda savaşlar nedeniyle bir göç ülkesidir. Kitabınızda, “insanın doğduğu toprak ile gömüleceği toprak aynı toprak olmayacaksa, ölünce geriye ne hayat kalır?” sen sor. İnsanın doğduğu topraklar ne zaman öldüğü topraklar olacak?
Zor soru. Herhalde bu iki ülke bugüne kadarki kadar birebir olmayacak. Göç ve göçmen kıtlığı artıyor. İklim krizi büyüyor, etnik ayrımcılık artıyor; Dünya kimseye yetmiyor, yetmeyecek gibi. Ortadoğu defalarca siyasi olarak örgütlenmeye çalışılıyor; güya yetmemiş. 20. yüzyılın belası faşizmdi, 21. yüzyılın belası popülizm olacak. Bu çok “uygar” batılı ülkelerin siyaseti, popülizmi şişirerek kendilerini korumaya çalışıyor; Taraftar buluyorlar. “Sol”un yeni telaffuzlar geliştirmesi gerekiyor; gençlere anlatması ve onları özümsemesi gerekiyor ama gençler bir şemsiye altında olmak istemiyor. “Sokak” artık muhalefetin kendisi haline geldi. İstedikleri veya istemedikleri kısa ve net bir konuda birleşirler, itiraz ederler ve aldıktan sonra dağılırlar, gerisi umurlarında değildir. Organizasyon burada önemli bir konu. Nasıl olacak ve gençler örgüte ne şekilde dahil olacak? Bence sol bununla ilgilenmeli.
Sonuç olarak iklim, açlık, kıtlık, savaşlar vb. olaylardan sonra daha büyük göçler göreceğiz gibi geliyor bana. Hazırlanabilir miyiz; Keşke ama şüpheliyim. Çünkü hayat kendi kurallarıyla herkesin önünden akar; normlar, niyet sistemleri, hukuk sonradan oluşur. Yani hepimizden daha hızlı ve daha gerçek. Üstelik hayatın artık yepyeni bir oyuncağı var: yapay zeka!
Her romanda yazarın çok beğendiği cümleler vardır. KritimuHangisi senin?
Cemile’nin ölümünden yıllar sonra, İbrahim’in kızını düşünerek yeniden evlenmek zorunda hissettiği, mutfak tezgahında tek başına durarak bunu kabul ettiği anlar; İçindeki suçluluk duygusunu anlatan sözler.
…İbrahim! Ağzı zehir, aklı zehir. Şah damarı kana bulanmış, boğazından yaralanmış kuşlar kanat çırpıyor. Uzun zamandır saçlarında sekiz on tel beyaz, omuzları gençliğinden daha kalın, beli biraz daha kalın, tüm dünya sırtında, otuz yaşında ve yalnız; o ağlıyordu.